Özgürlük çıkış kapılarının gümüşi aralığında.
Aşkın olduğu yerde er ya da geç ayrılık vardır.
Aşk sonradan gelmez hiç bir zaman. Varsa vardır, o kadar.
Yabancı, isminin bir ya da birçok bölümü gölgede kalan insandır.
Ve bir ayetin sıcaklığı sarıyor yüreğimi; Allah sabredenle beraberdir.
Ne kadar silersen sil ya yırtılır defterin, ya da izi kalır cümlelerin.
Yaşadıkça düzelmiyordu hayat, tıpkı yaşlanmakla büyümediği gibi kişinin.
Güzel günlüklerim vardı. Bir de, asla günlüklerim kadar güzel olmayan günlerim.
Aşktan yana yaşadıklarımı bilseydin eğer, hala sevebiliyor olmama aşık olurdun.
Modern aşk istemem, üzüntüden başka ne ki? İlkel aşk isterim, aşkın en ilk’el halini.
En sahici dostluklar ortak varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır.
Önce yüzlerini unuturuz sevdiklerimizin. En çok yüzümüzün unutulmasından endişe ettiğimiz halde.
Elimde olsa cenneti ateşe verir, cehennemi de bir kova suyla söndürürüm ki geriye aşk bâki kalsın.
Değiştin diyorlar. Hayır! Kabul etmiyorum. Ben kademe atladım sadece, artık uzun uzun susabiliyorum.
Rüzgârı dilediğim gibi değiştiremem ama yelkenlerimi ayarlayabilirim daima varmak için istediğim limana.
Bir yere ulaşmadan, ulaşmayı dahi amaçlamadan, sırf gidebilmenin güzelliği için yollara düşebilir misiniz?
Dönüp dolaşıp vardığım yerde senden, bir senden uzak düştüm, ayrı düştüm. Belki de ilk kez, o zaman bölündüm.
O güne dek bilmezdi, birine bütün kalbinle muhabbet besleyip yine de onu incitmek istemenin mümkün olabileceğini.
Üzgünüm baba, seni aldattım! Bir başka adama aşık oldum. Senin dokunmaya kıyamadığın gülüşümü onun uğrunda soldurdum!
İçimin tünellerine girer girmez bir fener alıyorum elime. Buralar çok karışık. Kaç defa geldim. Gene de hep kayboluyorum.
Bir insanı sevmek, onun zihninde bir türlü huzura erememiş tüm hikayeleri raflarından çıkartıp, tek tek temize çekmek demektir.
Bedenlerimizi şekle sokmak için ne çok uğraş veriyoruz. Halbuki beyinlerimizi, düşünce ve algılarımızı geliştirmek için çabamız ne kadar az.
Derler ki, aşk da unutulurmuş her şey gibi. Hem de yaşanıp bittikten, soğuyup küllendikten sonra değil, tam da dolu dizgin devam ederken unutulurmuş aşk.
Tehlike insanın en az beklediği yerden gelir.
Belki de bir illetti aşk; insana hayat verse, ruhunu şenlendirse de bir marazdı yine de.
Sadece iki şey bakidir, derdi hizmetkarlar. Bir, Sibiryalı Taras, bir de Osmanlı saltanatıdır. Gerisi fanidir.
Aşk gibiydi okumak da….Neden, nasıl müptelası olduğunu, bilen zaten gayet iyi bilirdi, bilmeyene de anlatamazdın bir türlü…
Bizler hal ehliyiz. Kalp ehliyiz. Aşk ehliyiz. Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız şeriat üste sabit, bir ayağımızla yetmiş iki milleti devrederiz.
Belki de insan bir şeye ne kadar yakınsa o kadar az görebiliyordu.Yıldızlar gibi hayatın hakikatlerini keşfedebilmek için de mesafe gerekiyordu.
Kim gerçek yabancı; bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi yoksa kendi ülkesinde bir yabancı hayatı sürüp ait olacak başka bir yeri de olmayan mı?
Neredeyse şafak vaktiydi, geceyle gündüz arasındaki o tekinsiz eşiğe ramak kala. Hala mümkün avuntu bulmak rüyalarda ama onları sil baştan inşa etmek için artık çok geç…
…sahi YARİM ne güzel kelimeydi.Ağızda akide şekeri. YARİM der sonra bir es verir, gayriihtiyarı susardın. Söyleyecek söz kalmazdı ardından. Tek başına kaç cümleye bedeldi…
Dostların arasında olmak çöl ortasında kendini yemyeşil bir vahada bulmak gibidir. Kuruyan dilin suya doyar, daralan yüreğin ferahlar, içindeki karamsarlık sisi perde perde kalkar. Dost umut demektir…
Evrendeki her cisim, ne kadar albenisiz ya da ehemmiyetsiz görünürse görünsün, bir başka şeye yanıt olsun diye yaratılmıştı. Derdin olduğu yerde deva da vardı, üstelik şaşırtıcı yakınlıkta. Mesele görebilmekti.
Ne tuhaf. Bizi koruyan kollayan insanlar vardır etrafımızda. Hiç fark etmesek de onlar oradadır daima. Karşılık ya da minnet beklemeden, sadakatle, sevgiyle, sessizce… Nice sonra anlarız kıymetlerini. Hep geç kalırız teşekkür etmekte…
Kimse “Ben şöyleyim, ben böyleyim” dememeliydi fazla. Belki de her insanın içinde hiç tanımadığı biri gizliydi. En sıkıntılı, en beklenmedik anlarda çıkıveriyordu… Sadece tepemizdeki sema değil, aslında tek tek her insan koca bir muammaydı.
Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp ayni olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir…
Yaşadığımız hayat elimize tutuşturulmuş rengarenk emanet bir oyuncaktan ibarettir. Kimisi o kadar ciddiye alır ki oyuncağını ağlar, perişan olur onun için. Kimisi eline alır almaz kurcalar oyuncağı, kırar parçalar. Ya aşırı kıymet verir ya kıymet vermez…
Hâyâl, şeftali yanaklı bir genç kız. Bir su perisi kadar cazibeli, bir su perisi gibi aldatıcı. Kucaklamaya kalksan, kayar gider ellerinden. Tutamazsın. Hakikat ise beli bükülmüş, dişleri dökülmüş, kamburu çıkmış bir acuze. Kolay kolay suratına bakamazsın.
Kader, hayatımızın önceden çizilmiş olması demek değildir. Bu sebepten, “ne yapalım kaderimiz böyle” deyip boyun bükmek cehalet göstergesidir. Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergah bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hakimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin…
Bir insanı haftada yedi gün, günde yirmi dört saat aynı şekilde, hiçbir iniş çıkış yaşamadan sevmek mümkün mü? Hele seneler boyu… Mümkün değilse şayet neden bu kadar zorlanıyoruz sevdiğimiz insanları, sevmediğimiz anlar hatta günler olduğunu kabul etmekte.Keşke söyleyebilsek dürüstçe: ”Seni seviyorum ama şu anda değil.Seni görmek istiyorum ama bugün değil.”
Sevdiklerimize verdiğimiz zararın bilincinde miyiz ? Keşke ara ara kapsamlı bir tadilata girişsek benliğimizde. Keşke daha fazla ertelemeden ve samimiyetle bakabilsek içimize. Oradaki yanlışları, hırsları, kabuk tutmuş yaraları, tamahkarlıkları tek tek bulup ayıklayabilsek. Bir tabela assak : ” Sevdiklerime verdiğim zarar için özür diliyorum. Şu anda tadilat halindeyim, yenileniyorum…”
Yirmi Yedinci Kural: Bu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen o da sana sesleri öyle aksettirir. Ağzından hayırlı bir laf çıkarsa, hayırlı laf yankılanır. Eġer çıkarsa, sana gerisin geri şer yankılanır. Öyleyse kim ki senin hakkında kötü konuşur, sen o insan hakkında kırk gün kırk gece sadece güzel sözler et. Kırk günün sonunda göreceksin her şey değişmiş olacak. Senin gönlün değişirse, dünya değişir.
Bir uçan balonum ben. Sönüyorum şimdi. Havalandıkça hava kaçırıyorum. İçime aldığım havayı, içine karıştığım hayata veriyorum. Gövdem, üzerine inen sineklikten kıl payı kurtulup sersemlemiş bir sinek gibi vızırdaya vızırdaya, bir oraya bir buraya savruluyor havada. Eğer aşağıda bana bakan bir yalnız-çocuk varsa şu anda, gözden kaybolmak üzere olduğumum farkındadır herhalde. Ama zaten bu kadar seyretmek yeter. Zaten daha fazla görülmek istemem çünkü mahremdir hayat. Ve mahrem olan her şey gibi, bazı bazı ırak kalabilmelidir gözden, gözlerden.
Gözbebeği: insanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. uzağın payına karanlık düşer. zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez. aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka ‘gözbebeğim!’ diye hitap edilir.
Artık sana yazamam ama seni yazarım söz.
Sen yokken bir kaç defa sevdim seni, helal et.
Ya aşkı öğret bana, ya da aşkın yokluğunda üzülmemeyi.
Her insan huzur verir. Kimileri gelince, kimileri gidince.
Bir insana sırrınızı verdiğinizde, özgürlüğünüzü de verirsiniz.
Kitap hâlâ kutsal benim için. Kelime hâlâ mühim ve harf hâlâ muamma.
Yaşadığın hayatı sevmek için bir nedenin yoksa, seviyormuş gibi yapma.
Senin için değildi yaptığım onca şey, sadece sen zannettiğim kişi içindi.
Sanki içimde başkalarından değil de, esas benden gizlenen bir sır taşımaktayım.
Katillerimin yüzlerini seçemiyorum; isimlerindense geride harfler kalacak sadece.
Ölüm sahiciliğini yitiriyor kayıplar istatistiklere, çatışmalar haberlere dönüştüğünde.
Aşk diye bişey yaşıyorum. Ne tek taraflı demeye dilim var, ne de karşılıklı olduğuna ispatım.
Neden baktın neyi geride bıraktığına? Söylesene, insan terk ettiği şeye neden dönüp bakar son defa.
Şimdi herkes sussun! Ve biraz da huzur konuşsun. Çünkü o, bugüne kadar hiç söz ettirmedi kendisinden.
Bir anın doğması için, bir anın ölmesi gerekir. Yeni bir “ben” için eski bir ben’in kuruyup solması gibi.
Seni sevdiğimi söylememekte ki ısrarım bu yüzden. Her şey böyle daha duru, daha güzel… Söylesem büyü bozulur.
Ey kendisinde kaybulmuş kişi! Bilmezsin, bedenin sana mezar olmuş, nefsini tanımadıkça, nefsin seni gömer olmuş.
Önce diyorsun ki: dünyada bir ben varım! Sonra: bende bir dünya var! Ve en nihayetinde: ne dünya var, ne ben varım!
Günler günleri kovalıyor. Günler günleri aynen tekrarlıyor. Yoruluyorlar. Yaşamaktan değil, yaşayamamaktan yoruluyorlar.
Başkalarının ne dediğini kafamıza takmaktan, hep ama hep başkalarını dinlemekten, kendi yüreğimizin fısıltısını duyamıyoruz.
Aşkın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur; başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde; ya da dışındasındır, hasretinde.
Belki aşk sevgiliyi kazanmayı değil, onda kendini kaybetmeyi gerektirir.
İnsan doğası böyle işte, en çok nefret ettiklerimiz en fazla sevdiklerimiz oluyor hep.
Zaten aşk dediğin, ardında ne olduğuna kimsenin akıl sır erdiremediği kadife bir esrar perdesidir.
“Sokakta oyun oynamayan, evde kitap okumayan çocukların hayal güçleri nasıl gelişebilir?” diye devam etti Sakız Sardunya.
Kaç kitap okuyunca alim, kaç diyar görünce gezgin, kaç hezimetten sonra bezgin olurdu insan? Kaç olunca çok, kaçta kalınca azdı rakamlar?
Zira aşk iktidarı sever. Bu sebeptendir ki başkalarına ölümüne âşık olabiliriz ama bize ölümüne âşık olanları içten içe küçümser, öteleriz.
Hissettin, ama hatırlamazsın.Nesnenin tabiatında var. Geçen sefer ne çektiğimizi unuturuz. Gene analar gibi… Fakat bazı doğumlar daha zordur tabii.
Birinin korkulardan, evhamlardan bahsettiğini dinlemen onu esnerken seyretmeye benzer. Daha onunkiler bitmeden bir bakarsın sen kendininkileri saymaya başlamışsın.
Kanat çırpan kuşlara bakın. Kanatlarının nasıl hareket ettiğine dikkat buyurun, bir aşağı bir yukarı. Bir hüzün, bir saadet. Böyledir hayat. Hoş bir kararda, ahenk içinde, dengede…
Aşık olmayana aşk kuru bir kelimeden ibaret. Yarı palavra, yarı safsata. Aşık olmayan bunu anlayamaz, olansa anlatamaz. Öyleyse nasıl söze dökülebilir aşk, kelimelerin hükmünü yitirdiği yerde?
Aşkı aramadan evvel, düşün bir, ya benden nasıl bir aşık olur? İnsanın sevdası karakterinin yansımasıdır. Sen kavgacı isen, ha bire öfkeli, aşkı da bir cenk gibi yaşarsın. Gönlü pak olanın sevgisi de saf olur.
Endişe ediyorum, evet, ”iyi de onlar…” diye başlayan ve sarpa saran cümlelerden.Hep ama hep kabahati öteki tarafa mal etmemizden ve ilk adımın oradan gelmesini beklerken bir çıkmaz sokakta sıkışıp kalma ihtimalimizden.
Her hakiki aşk, umulmadık dönüşümlere yol açar. Aşk bir milad demektir. Şayet “aşktan önce” ve “aşktan sonra” aynı insan olarak kalmışsak, yeterince sevmemişiz demektir. Birini seviyorsan onun için yapabileceğin en anlamlı şey değişmektir!
Nedendir açılıvermemiz birden bire hiç tanımadığımız bir insana? Nedendir dile getirmemiz daha evvel kimselere söylemediklerimizi, başkasına değil de, tek ona? Kalbimizi gümüş tepsi içinde ikram edercesine bir yabancıya göstermemize sebep nedir?
Uzakları yakın, olmazları olur eden bir efsun aşk. İnsana tükürdüğünü afiyetle yalatan, ettiği tüm büyük lafları bir bir hatırlatan, bileğinden kavradı mı sarsan, sarstı mı bırakmayan bir yudumcuk efsun. Aşk bir kimyasal bileşim. Formülünde esrar var.
İşte bunu anlamıyordu Sakız Sardunya. O da seviyordu TV seyretmeyi. Beğendiği filmler, diziler, çizgi filmler vardı. Ama “beynini boşaltmak” istemiyordu. Annesi bu lafı ettiğinden beri, beynine bir şey olur diye korkusundan daha az TV seyrediyordu. Ne olur ne olmaz. Beyni insana lazımdı.
Şimdi tek istediğim nefes alabilmek, ötesinde yok gözüm. Kaçmak da mümkün buradan elbette ama benim istediğim kaçmak değil ki. Ne varmayı arzuladığım bir öte diyar, ne de bir yerlerde bıraktığım kayıp bir cennetim var. Sadece çıkmak istiyorum. Çıkmak da değil, çıkabilmek. Ben o ihtimali seviyorum. Seçeneğim olmasını, kapının aralık kalmasını…
Burası benim şehrim. İstanbul’da doğdum, burada büyüdüm. Ailemin bu şehirdeki tarihi en azından beş yüz yıl geriye gidiyor. İstanbullu Ermeniler İstanbul’a aittir, İstanbul’lu Türkler, Kürtler, Rumlar ve Yahudiler gibi. Bir zamanlar birlikte yaşamayı başarmıştık, sonra çok kötü çuvalladık. Şimdi tekrar öğrenmeliyiz kozmopolitliği. Bir daha çuvallama şansımız yok.
Kendimdeki değişimi seyrediyorum. Aşık olmanın bir mucizeye inanmaya benzediğini düşünmeye başladım. Aşk ta beklentiler ve inançlar ile ilgili. İnsan kendisi için hala kurtuluş ümidi olduğuna ve günün birinde özel birinin bunu mümkün kılacağına inanıyor. Bir mucize özlemi değil mi bu? Bu dünyadan fazla bir şey beklememen gerektiğini bilsen de içindeki bir şey diretiyor… Umut etmeyi sürdürüyor… Sevdiğin kişinin seni seveceğini umut etmeyi.
Erkekler; kadınları gözetip kollayıcıdırlar. Şundan ki, Allah, insanların bazılarını bazılarından üstün kılmıştır ve erkekler mallarından bol bol harcamışlardır. İyi ve temiz kadınlar saygılıdırlar; Allah’ın kendilerini koruduğu gibi, gizliliği gereken şeyi korurlar. Sadakatsizlik ve iffetsizliklerinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın ve nihayet onları evden çıkarın / bulundukları yerden başka yere gönderin! Bunun üzerine size saygılı davranırlarsa artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Allah çok yücedir, sınırsızca büyüktür.
Görsen, hayalimdeki seni kıskanırsın.